Elimdeki kocaman kitabı bir solukta okumuştum.
Bu, Abdülhak Hamid'in "Finten"iydi.
Hamit, biliyorsunuz, edebiyatımızın tek dâhisidir. O kadar tek ki, o olmasa, dahi kelimesi belki de Türk diline girmeyecekti. Galiba eskiden analar, şimdikiler gibi "dahi çocuk" doğurmakta cömert değilmişler!
Abdülhak Hamit yalnız dahi de değildi. Süleyman Nazif'in Acem mübalağasını da aşan mizacı, ona bir de "çok 'büyük" anlamına gelen "azam" kelimesini eklemiş, dahi-i azam yapmıştı. Bu, bir dünya• rekorudur sanırım:
Her milletin dâhisi vardır ama, bizden başka dahi-i azamı olan yoktur!
İşte, on sekiz yaşında kırık -dökük mısralar heceleyen ben, büyük dâhimizin büyük eseri için, o küçük yazımda bir tenkid denemesi yapmıştım.
Abdülhak Hamid'imizi, bu tenkid "Türk Yurdu" dergisinde çıktıktan üç gün sonra gördüm. Beni çağırtmıştı!
Ne şık, ne güzel, ne kibar adamdı o... Galiba ilk gördüğüm Avrupalı Abdülhak Hamit'tir...
Zarif hizmetçinin içeri aldığı salona nereye oturacağımı düşünürken kapıda göründü: Koyu gri bir jaketatay giymişti. Yüzüne soylu bir güzellik veren sivrice sakalı, yaylı kaşları, geniş şakakları ve yumuşak gözleriyle Hamit edebiyatımızdaki Hamit'ten bile başka bir adamdı.
Bir idadi talebesi olduğumu bana ilk unutturan Ziya• Gökalp olmuştu. Benimle eşit bir edebiyat adamı olarak ilk konuşan da dahi-i azamımızdır!
Finten için yazdığım tenkidi okumuştu. Onu en iyi anlayan eleştirmeci bendim! Bunu kendisi söylüyordu!
Biraz sonra, salon sarışın bir ışıkla aydınlandı: İçeriye Lüsyen hanım girmişti. Şu, Hamit'in:
Var ol Lüsyen, tavaf et ey nur,
Ey ahır-ı ömrümün bahan!
Diye övdüğü eşi... Güzeldi. Güzelden öte bir şeydi o!
Demekte haklıydı Dahi-i azamımız!