Ahmet Haşim, Bağdat'ta, 1885'de, belki de hatta biraz daha önce, doğmuştu. Çocukluğunun bir kısmını daha Türkçe öğrenmeden evvel, orada geçirmiş. Ahmet Haşim, nadir olarak, bazı Bağdat hatıralarını da yâd ettiği olurdu. Orada küçücük arkadaşlarıyla Afganlı, sert çehreli, lalalarının yanlarında, koşa-koşa o rengârenk çinili camilerin havuzlu odalarında, hasırlar üstünde, talebeler, muallimler ve güvercinlerin karıştıkları ders odalarında en önce hüsn-i hat, sonra Kur'an cüzleri okurlarmış.
Ahmet Haşim, Türk Hükümetinin bir memuru, Fizan mutasarrıfı olan babası Arif Hikmet Beyle birlikte, 1891'de, İstanbul'a gelmiş. Ve bir müddet İstanbullun fakir bir mahallesinde oturan akrabasından yahut aile dostlarından birinin yanında kalmış.
1897'de, Galatasaray Mektebine girmiş.
Bir-iki sene sonra, Mektep'te tanışınca, kendisi Mektebe girmeden evvelki zamanlarından da uzun uzadıya muhabbetle bahsederdi.
Bu yer, hatırımda kaldığına göre, Beyoğlu'nun arka semtlerinden biri, Tozkoparan, yahut Kasımpaşa civarı bir yer olacaktı. Haşim, evin pencerelerinden sabahları başları yemenili, ayakları çıplak, kız çocukları, takunyalarıyla (bunları anlatırken Haşim, çıkırık çıkırık diye ahenk taklidi de yapardı) küçük testileri, küçük şişeleri ile çeşmeden su aldıklarını, çeşme başında sıralarını bekleyerek tenekelerini doldurduklarını ve aynı zamanda kuş cıvıltıları gibi sesleriyle aralarında halleşip, birbirleriyle eski zaman âleminin canlı dedikodularından bahsettiklerini görürmüş.
. Kadınlar, ya önlerinden geçtikleri kapılar ı çalarlar yahut onların önlerinden geçtiğini gören diğer başı bağlı kadınlar pencerelerden sarkarlar ve birbirlerini, "Huuu" diye çağırırlarmış. Onların aralarında beyaz gecelik entarili erkekler gezermiş. Herkesin kendilerini kovdukları ve ekmek dağıttıkları avare köpekler dolaşırlarmış. Ahmet Haşim de, açık pencerelerden, gördüğü ve duyduğu bu âlemin tatlı bir rüya gibi hayatına derhal iştirak edebilmeyi, mesela su taşıdığını gördüğü takunyalı genç kızla evlenmeyi, dört gözle beklermiş.